Belki yanılmıyorum, ama yine de, bilmeyen okurlar
için, Deyrulzafaran’ın Mor Gabriel’le beraber Mardin’deki Süryani manastırları
arasında en çok ziyaret edilen ve bilinen manastır olduğunu hatırlatmak
isterim.
Bu yılın bahar ayında, Güney Kürdistan’a
giderken, yolum Midyat’taki Mor Gabriel’e düştü.
Habur’a gitmeden önceki geceyi manastırda
geçirdim.
Hava biraz soğuktu ve misafirlerin ağırlandığı
odada odun sobası yanıyordu.
Güzel bir geceydi doğrusu..
Kaldığım oda, insana huzur veren bir sessizlikle
sarmalanmış gibiydi.
Bütün gün ziyaretçilere açık olan manastırın
görkemli kapısı kapandıktan sonra, farkına varılan ve hissedilen huzurlu bir
sessizlik..
Dünyanın bütün kavgalarından , mutsuzluklarından
ve insanoğlunun çaresizliğinden, bir gece için de olsa, manastırda kalanları
kurtarmaya muktedir bir sessizlik..
Doğrusu, bin altı yüz yaşında olan bu manastırda
geçirilen bir gece, sabahın ilk ışıklarıyla beraber biteceğinden korktuğunuz
bir rüya gibi başlıyor ve öyle de bitiyor..
Deyrulzafaran’ı daha önce birkaç kez ziyaret
etmiştim, ama geceyi bu manastırda geçirmek bir ilk oldu.
Mardin’in bana göre en güzel mevsimi olan
sonbaharda yaşanmış, harika bir sonbahar gecesiydi.
O ılık gecede, gökyüzünün berrak maviliği ay
ışığıyla aydınlanan dağların üstüne yağıyor; manastırın avlusu üstünde dolanıp
duran yıldızlar bu gecenin aziz misafirlerine adeta göz kırpıyordu..
Geceyi geçirdiğim odanın duvarlarına Süryani din
adamlarının portreleri asılmıştı.
Her biri farklı tarihlerde yaşamış bu Süryani din
adamlarının bir kaçı vefatlarından sonra manastıra gömülmüşler.
Şimdi, yüzyıllar önce gömüldükleri yerde, yeniden
yaradılış gününde İsa-Mesih’le beraber, dünyaya dönmeyi ve büyük diriliş gününe
tanık olmayı bekliyorlar.
Manastırda geçirdiğim o gece, gözlerim uykuya
dalmadan önce odanın içine dolan cırcırböceklerinin sesini dinledim, Moğol
ordularının bölgeyi istila ettiği ve her şeyi yakıp yıktığı zamanlar üstüne
düşünüp durdum.
Moğollar gelmiş ve ormanları, ormanların içinde
yaşayan hayvanları, evleri, tarlaları, manastırları, ibadethaneleri yakıp
yıkmıştı.
İstilacılar Mardin ve çevresini yerle bir
etmişlerdi.
Manastırda yaşayanlar, bir sabah nal sesleriyle
uyanmış ve kuşatıldıklarını anlamışlardı. İstilacıların büyük bir ordusu,
merhamet nedir bilmeyen komutanları, ve zalimliğiyle nam salmış hükümdarları
vardı, ama bütün bunlar manastırda yaşayan insanların inancından daha büyük bir
gücü ifade etmekten uzaktı.
İstilacılar artlarında büyük acılar ve büyük
ölümler bırakarak çekip gittiler..
Ama Turabdin’de hayat yeniden kuruldu,
Deyrulzafaran Manastırı yeniden inşa edildi.
Deyrulzafaran, tarihten geriye kalan değerli bir
mirasın ve Tanrıya inancın neye muktedir olduğunun abidesi gibi duruyor bugün.
Yıllarca yaşadığı İstanbul’u terk edip Mardin’e
yerleşen ve manastırın müdürlüğünü yapan Suphi Bey sabah kahvaltıdan sonra bize
kahve ikram etti. Kahveleri yudumlarken sohbet ettik. Suphi Bey, her yıl iki
yüz bin insanın manastırı ziyaret ettiğini anlattı.
Bu ziyaretçilerin tümü Süryani değil.
Toplam ziyaretçiler arasında Süryani
ziyaretçilerin sayısını yirmi beş bin olarak veriyor Suphi Bey.
“Biz” diyor Suphi Bey, “Süryani halkın daha büyük
kalabalıklarla burayı ziyaret etmesi için çaba gösteriyoruz.”
O gece İsveç’ten gelen ve eğer imkân bulurlarsa,
Hapsınas’taki Mor Loozor Manastırı’nın restore çalışmasına katkı sunmak isteyen
dostların hazırladıkları mimari projelere bakıyorum..
Herkes yemek odasındaki masalara serilmiş bu
restorasyon projelerini inceliyor, fikir alışverişi yapıyor. Bir mutluluk ânı
yaşanıyor sanki ve herkesin yüzü gülüyor.
Gerekli finanslar sağlanabilirse, Mor Loozor
harabe bir manastır olmaktan kurtulacak çünkü.
Mardin Valiliği’nin bu konularda bir hayli
duyarlı davrandığı söyleniyordu, Kültür Bakanlığı da bu değerli çalışmaya katkı
sunmalı bence.
Hatırlayacaksınız, “bu manastırın yolu ihaleyle
satıldı ve uyanık defineciler burada define bulmak için, manastırın altını
üstüne getirdi” diye yazmıştım.
Maalesef geçen zaman içinde boş durmamış bu
adamlar. Birkaç yeri daha define aramak için kazmışlar.
Bu Mardin seyahati sırasında bir gece de
Midyat’ta kaldım.
Sami-Mıhallemi Dinler- Kültürler- Medeniyetler
Arası Diyalog Derneği Başkanı Mehmet Ali Aslan seminer çalışmasında yer alan
arkadaşlarla beraber, köyde misafir etti bizi.
Hapsınas’ta Mor Loozor Manastırı’nda yeni yapılan
kazıları gördüm.
Pervasızlığın bu kadarına da pes doğrusu!
Kazılardan biri manastırın avlusunda duran ve bir
eşi daha olmayan inziva kulesinin altına kadar uzanmış.. Biraz daha kazılsa
kule çok zarar görecek.
Manastır, koruma altına alınmalı ve bir gece
bekçisi görevlendirilmeli.
Restorasyon çalışmaları başlayıncaya kadar bu
önlemler çok gerekli olacak.
İsveç Sınır Tanımayan - Tarihî Mirası Koruma
Örgütü’nün Mardin ve Midyat’ta bir hafta kadar süren seminer çalışması çok
faydalı oldu.
Benden de diyalog üstüne bir konuşma yapmam
istenmişti. Midyat’taki toplantıda bir şeyler söyledim. Biraz söz etmek
istiyordum bu konuşmadan, ama yerim kalmadı.
Tercümeyi yapan sevgili Helin Şemikanlı’ya biraz
da kolaylık olsun diye yazılı bir metin hazırlamıştım. Haftaya iki yazı hakkımı
da KCK davası için kullanacağım, bu yüzden, bu metnin bu köşede yer alması zor
görünüyor, ama başka bir yerde kullanmak mümkün olabilir belki.
Manastırda geçirdiğim gecenin içime dolan
sessizliğinden sonra kaleme alınan bu konuşma metnini, bu köşenin okurları ve
en çok da dünyanın dört bir yanına dağılmış Süryani okurlarım ve dostlarım
bilsin isterim.
Kaynak: www.taraf.com.tr