|
ZAHFERANIN DİLİ OLSA
-
25.3.2008 |
|
Hep duyardım ve anlamını bilmezdim zahferanın. O denli değişim gücü varmış ki, kendi ağırlığının binlerce katı kadar bir karışımda, rengini kendi sarı rengine dönüştürürmüş.
Yıllar evvel Yukarı Mezopotamya’nın kadim halkı Süryanilere ait 1600 senelik Deyrul Zahferan Manastırı'nı bir rahibin rehberliğinde gezmiştim. Bütün manastırı gezip dolaşıp bilmem gerekenleri öğrendikten sonra manastırın herkese açık olmadığını bildiğim terasında kahve içerken önümüzde uzanan ovaya bakıp, hemen manastırın aşağısındaki bahçelik alanı işaret ederek sormuştum. “Bu bahçeler de size mi ait!”
Firdevs bahçeleri
Yanıtlamıştı rahip; “Evet manastıra aittir o bahçeler. Biz o bahçelere Firdevs Bahçeleri deriz. Kutsal kitaplarda da ismi geçer. İhtiyacımız olan sebze ve meyveyi yetiştiririz. Bahçede de bizzat kendimiz çalışırız. Dünyevi işlerimizden biri de bahçemizle uğraşmaktır. Zaten o bahçede yetişen bitkilerden biri de manastırımıza 16. yüzyıldan beri isim olan zahferan bitkisini yetiştirmektir.”
Hep duyardım ve anlamını bilmezdim zahferanın. Eskiden bayağı çokmuş zahferan bitkisi manastırın çevresindeki alanda. Giderek azalmış. Sonra devamını da getirtmişti rahip: O denli değişim gücü varmış ki zahferan bitkisinin, sıvıya katıldığında kendi ağırlığının binlerce katı kadar bir karışımda, karışımın rengini kendi sarı rengine dönüştürürmüş…
Başka bir zahferan diyarı: Safranbolu
Yıllar sonra yakın günlerde ayağım beni bir başka zahferan diyarına, adı zahferanla şimdilerde anılan Safranbolu’ya götürdü. Orda da aynı söylemi duydum: “Safran, kendi ağırlığının yüzbin katı kadar sıvıyı sarıya boyar”(mış). Bütün bir şimdiki eski Safranbolu şehrini dolandım, gördüm. Tarihini geçmişini, kültürünü, kimliğini sorgulamaya çalıştım. Bizans-Roma devirlerinde Dadybra imiş adı. 16. yüzyıldan sonra ad değiştirmiş. Etrafında bolca yetişen zahferan bitkisinden dolayı Zağfiranıborlu olmuş adı. Tıpkı Deyr-ul Zahferan Manastırı gibi. Onun da adı yapıldığı 4. yüzyıldan itibaren Mor Hananyo Manastırı'ymış. O da adını 16. yüzyılla birlikte Deyrul Zahferan olarak değiştirmiş.
Şimdi...
İkisi de şimdilerde zahferanın doğal değişim gücüne yabancı. Dadybra’nın adı bugün değişime uğrayarak bir bitkiyle müsemma olan Safranbolu’ya evrilse bile adıyla övündüğü safran bugün turistik bir meta ürününe dönüşmüş. Mar Hananyo ise istediği kadar Deyrul Zahferan olarak anılsın, manastırın taş duvarları sarı rengini zahferandan alsın; Zahferan artık yok gibi bir şey. Zahferanın değişim gücü sadece doğallığında kalmış. Ne bugünün Safranbolu’sunda eski "Zağfiranıborlu"nun çok dinli, çok kültürlü sakinleri var. Hatta adları bile yok. Ne de bugünün Mardin’inin egemen kültüründe turistik meta malzemesi olmaktan maada eski Mor Hananyo’nun kadim Süryanileri.
Aslında şehirle köy arasındaki fark; birazcık sözle, yapılan iş arasındaki farkı bilmek meselesi ile ilintilidir kanımca. Köylük yerde, daha çok "söz"e kıymet biçilir. Köyde, "söz"dür asıl olan.
Sözün erdemi
Şehir hayatında ise daha çok, maddileşen reel hayatlar vardır. Sözün kimilerince zahiri tezahürü yerine reel görüntü vardır şehirlik yerde. Yani yapılan "iş"tir esas olan. Bu sebeple köylük yerde kurulan Divanxane’de bir konuğun ya da kelam üstadının dillendirdiği sözleri üzerinden yıllar geçse de dile gelir, unutulmaz, dilden düşmez. Mesela doğu kültüründeki Dengbêj’lik, Karadeniz kültüründeki Mabiru’luk tam da bu sözün erdemine, kal u beladan beri kalıcılığına denk düşer.
Ama şehir yeri öyle mi! Alabildiğine maddileşmiştir. Mekansal gerçekliği vardır şehir hayatlarının. Şehir yerinde bir mekânı tarihin çöplüğünden, yıkıntı-harap halinden çekerek çıkarıp yaşanılan "an"a mazhar kılmak, armağan kılmak, görünür yapmak; biraz da o işi yapanın ismiyle anılır olmakla, adıyla müsemma kılmakla ilintili bir iştir. İşte kanaatime göre bütün eski değerlerini bugün yitirmiş bir şehir görüntüsü verse de, Safranbolu şehrini insanın gözle görünür zihinsel algısına takılır kılan bu realitedir. Yoksa şehrin geçmiş kültürlerine, kimliklerine, yaşanmış ama izi kalmamış anılarına baktığımızda gör(e)mediklerimiz aslında biraz da bu gerçekliktir.
Görünür olan
"Safranbolu’ya bugün bakarken görünür olan nedir pekâlâ" diye bir soru orta yere sorulabilir. Kısık sesle yaşlı bir hemşehrisine “Eskiden orada bir kilise olduğunu söylerlerdi” dedirten, eski ve çok kültürlü geçmişinden hiçbir izini bugünlere taşıyamamış ve sadece Osmanlı kasabası kimliğini bir de bugünkü Türklüğünü kendine yadigâr ve yeter kılmakla yetinen, hatta övünen bir şehir.
Kurtarılmış mekanlarıysa (evleri, camileri, v.b.) sadece ticari rantiye hesaplarına boğulmuş bir görüntüyü tamamlamakla yetinen bir çağ yangınının zahiri eski görüntüsü. Ya da eskinin imitasyonu gibi kondurulmuş duran ve şimdiki sakinleriyle buluş(a)mayan, restore edilmiş kapısı kilitli içi boş evlerin hal i pür melali… Niş, pervaz, seki, cumba, kapı, tokmak, şakşako, küçe, abbara, bağdadî, hayat, taşlık, kafes, sofa ve daha niceleri eski mekanların birer parçalarının adları olabilir. Her biri anıldığı mekanla bir illiyet bağına vesile olmak anlamında çağlar boyu insanla, insanın hikâyeleri ve yaşadıklarıyla bugüne hükmeder, varlık da bulabilir.
Ama bugün, doğrusu Safranbolu’yu gördükten sonra düşündüklerim geçmişe dair beklentilerimin hiçbirine denk düşmedi ve çağrı yapmadı. Eski evler, eski mekanlar, insanın şehir kimliğine dair kaygıları, şehri var etme dertlerine dayanan çabalarıyla elbette kurtarılabilir /kurtarılmalı da! Ama ya insan! İnsan, mekanı salt ticari, gelir getirici rantiye kapısı gibi algılıyor ve ötesini düşünmüyorsa ötesi, üzerinde durulmayacak kadar teferruattır. Bunun bir tek istisnası vardır belki de: O da şudur; kimi kez bir caminin avlusundaki eski bir mekana “kurtarıcılık” adına isim olmuş bir şahsiyettir Metin Sözen, ya da yokuş aşağı inen bir eski caddeye ad olmuştur Çelik Gülersoy. Gerisi koca bir yalan…
Ya da onca yaptıkları ve varoluş kaygıları adına bir sorudur Deyr-ul Zahferan Manastırının avlusundaki asırlık çınar Süryani kadim Bahê’ye:
“Öte yakaya gittiğinde tanrıya ne diyeceksin?”. “Deyr-ul Zahfaran Manastırındaki genç rahibin sana selamlarını getirmişem diyeceğim.
NOT: Yazarın BirGün gazetesindeki köşe yazısından alınmıştır. Fotoğraflar: Kebikeç
Yazar: Şeyhmus DİKEN
|
|
|