Dr. Nesim DORU
İslam Felsefecisi
Antik Yunan kültürünün doğuya doğru yayılmasında İskender’in doğu seferinin yeri ne kadar büyükse, helenizasyon politikaların birinci ayağı olarak Süryani unsurun da payı kuşkusuz o kadar büyüktür. Bu süreçte Aristoteles’in Organon adlı mantık külliyatının bir kısmı, Antakya akademisinden Probos (öl.304), Urfa okulundan İbas (öl. 457), Qen-Néşrin / Kınnişrin [bugün Cerablus] Akademisi bilim adamlarından Seweriyos Sebuht (öl. 667) ve Rasül-‘Ayn (Ceylanpınar) Akademisinden Rasül-‘Aynlı Sargis (öl. 536) tarafından Süryaniceye çevrilmiştir ancak bu çeviri etkinliği sistemli ve kendini aşabilecek dolayısıyla bir sıçrama ile “mantık” üzerine kurulacak bir metafizik inşadan uzak kalmıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri bizce, kilise etrafında bir araya gelen entelektüel birikimin toplumsal köklerinin zayıf hatta kopuk olmasıdır. Paylaşılmaya cesaret edilmeyen bilgisel devrim, toplumsal devrimle bütünleşemediği için bu süreç dediğimiz anlamda başarılı olmamıştır. İkinci sebep de Süryani epistemolojik gereksiniminin ve felsefi aklının ihtiyacının ancak mantık eserlerinin çevrilmesini gerektirmiş olmasıdır. Zira bu dönemde bir Süryani için “felsefe”, teolojik ihtilaflarda parçalanmış yapıların birbirini heretik olarak telakki etmeleri sonucu ötekiye karşı öne sürülecek “rasyonel” argümanlara karşılık geldiği söylenmelidir. Nitekim çevrilen eserlerin hemen hemen Kategoriler, Peri Hermenias ve Topikler etrafında dönüp dolaşması bu dönemde teolojik ihtilafların yoğunlunu ve tartışma sanatında kullanılan diyalektiğe duyulan ihtiyacı göstermektedir.
Bu konunun kaçınılmaz vurgularından biri de yukarıda bahsedilen etkinliğin kurumsallaştığı önemli kültür merkezlerinin varlığıdır. İskenderiye akademisinden başlamak suretiyle Antakya, Urfa, Kınnişrin, Harran, Rasül-‘ayn, Nusaybin ve Cündişapur gibi önemli kültür merkezlerine uzanan ve sayılarının ellinin üstünde olduğu tespit edilen merkezlerin varlığı Süryanilerin ne denli bir kültür havzasının bir parçası olduğunu göstermektedir. İlk defa felsefi argümanlar kullanarak İsa’nın insani yönünün vurgulanmasını İskenderiye Akademisinden Origenes (185-254)’e borçlu olduğumuzu hatırlayarak, Arius ve Nasturius’un çabalarıyla yaygınlık kazanan Nesturi düşüncesi ile bunun karşısında yer alan Yakubi anlayışı ve kalkedoncu batı kilisesi ile doğu kilisesinin arasındaki ideolojik-teolojik ihtilaf bizi bu akademilerin rollerini hesaplamaya götürmektedir. Ancak bu noktada bu ayrılığın taraflarının kimliği (düşünsel) üzerinde durmak araştırdığımız konunun sınırları ile daha yakından ilgilidir.
Süryaniler arasında meydana gelen teolojik ihtilaflar sonucu Hristiyanlığın hypostaslar inancı (vücud, ilim ve hayat) Yeni-Plâtonculuğun Bir, Akıl ve Âlemin Nefsi üçlüsünden de etkilenerek yeniden yorumlandı. Yakubilere göre, üç hypostas ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü ilim ve hayat, vücuttan başka şeylerdir. Yakubiler´in bu inancı daha sonra ilerleyen dönemlerde materyalist görüşe kaymıştır, zira İsa’nın bedeninin tanrılığını iddia etmişlerdir. Nasturiler’e göre ise, ilim vücuttan ayrı bir şey olmadığı gibi hayat da ondan başka şey değildir. Akılcı bir yorumu benimseyen Nasturiler, dünyanın aslının “birlik” olduğunu veya “Tanrı’nın birliği” temeline dayandığını kabul etmişlerdir.
Nasturiler, dünyadaki birlik gibi, felsefe ve dini uzlaştırma çabası da güdüyorlardı. Ancak Yakubiler, kilise gerçeklerinin felsefi gerçeklerden daha üstün olduğunu iddia ediyorlar ve ikisinin iki ayrı disiplin olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Nasturiler felsefi, Yakubiler ise dini bir kimliğe bürünmüşlerdir. Nasturiler’e göre hypostaslar ibarede üç olsa da gerçekte birdirler. Vücut, bir cevherdir ve tektir, çokluk kabul etmez. İlim ve hayat sonunda vücudun yetkinliklerinden öteye geçmez.
Nasturi ayrılığından sonra Hıristiyanlık dünyasında yaşanan ayrılık nedeniyle Süryaniler, Doğu Süryanileri ve Batı Süryanileri olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Doğu Süryanileri daha çok Pers ülkesi sınırında veya içlerinde yaşamış, Batı Süryanileri ise daha çok Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarında yaşamışlardır. Bu iki ekol de Aristoteles felsefesini epistemolojik malzeme olarak kullanmışlardır. Ama Nasturiler, düşüncelerini göç ettikleri Pers topraklarında yerleşik olan mistik inançlarla da zenginleştirmiş ve Nesturiliği doğu kültürü ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışan bir ekole büründürmüşlerdi. Yakubiler ise, Aristotelesçiliği daha çok Plâtoncu bir tarzda okuyor ve felsefeye dini inançlarını destekleyen malzemeler gözüyle bakıyorlardı. Bu iki düşünce tarzının Süryanilerde Meşşai ve İşraki iki ekole karşılık geldiği iddiasından yola çıkarak “Süryani Felsefesinin” tarihsel-doktrinel temellerine giriş sayılabilir.
Süryaniler için düşünsel yolculuklarının en önemli duraklarından biri şüphesiz İslam Devletleri dönemleridir. İskenderiye’den Cündişapur’a uzanan ve bir kolu da daha önce Antakya-Harran ve Tikrit yolunu izleyen birikim tüm canlılığı ile Daru’s-Selam’da (Abbasiler Bağdatı) “temsil” edilmiştir. Cundişapur yolunu izleyenlerin Pers, Hint ve Uzakdoğu kültürünü de içine alarak geldiklerini, buna karşılık Harran yolunu takip ederek Bağdat’a varanların da pagan kültüre aşinalığı ile vardıklarını söylemek istiyorum. Süryaniler, burada belki de tarihin tanıklık ettiği en büyük çeviri hareketinin önemli bir parçası olarak rol aldılar. İslam toplumunun belirli ve spesifik bir grubuna ait olarak değil, aksine toplumun tüm taraflarınca yürütülen bir etkinliğin “aracı” unsuru olan Süryaniler’in bu dönemde bu rolde olmalarının kendilerine ve kaynak kültür Yunan’a çıkarılacak bir payın varlığından onun dominantlığı iddia edilemez. Tam aksine burada dominantlık tamamen alıcı kültüre aittir ve İslam (İmparatorluğu) kaynak, aracı ve heterodoks tüm unsurları absorbe etmektedir.
—İslamlaştırılmış- “antikitenin ekümenliği” ideali etrafında bir araya gelen unsurlardan bahsediyor oluşumuz, bu unsurların tek başına bir sistem ve kurgu sahibi olduğu sonucunu çıkarmamalıdır. Burada, Zerdüştler ne kadar Zerdüşt, Sabiiler ne kadar Sabii, Helen ne kadar Helen ise; Süryaniler de o kadar Süryanidir. Abbasiler dönemi çeviri hareketinin bir parçası olmaları, tek başına bir sistem olarak “Süryani Felsefesi”nden bahsetmemize olanak tanımadığı kanaatindeyim. Zira Huneyn Bar İshak, Sabit Bar Qurra ve Qusta Bar Luqa gibi çevirmenlerin çabaları ancak İslam kültür ve birikiminin açılımcı ve iradeci kimliğini açıklayabilir. İçinde bulundukları “konsantre merkezinden” bağımsız olarak ele alınacak çevirmenler olasılıkla bugün bahsettiğimiz konumdan farklı olacaklardı. Çünkü tek başına “Süryani Aklı” ve zihinsel-kültürel kapasitesi bu denli epistemolojik, metafizik ve ekümenik karakterden uzaktır.
Görüldüğü gibi Süryanilerin düşünce dünyasına katkılarını katıldıkları çeviri hareketi ile açıklamak bize yeterli ve derli-toplu bir fikir vermemektedir. Aksine Süryaniler’in kristolojik tartışmalarda aldıkları fikri rollerini açıklayabilmek “Süryani Felsefesinden” bahsetmek için bize bir nebze de olsa daha tatmin edici gelmektedir. İşte bu noktada bahsedilecek bir felsefi düşünüşün temel ayakları olması bakımından,
Süryaniler´in Hıristiyanlığa Geçmeleri Ve Teolojik-Felsefi Tartışmaları, Süryaniler’de Felsefe Geleneği Ve Felsefi Düşünce Ekolleri (Stoacılık, Aristotelesçilik, Platonculuk-Yeni Platonculuk, Tasavvuf),
Süryaniler’de Felsefe Akademileri (İskenderiye Akademisi, Antakya Akademisi, Riş-Cayno / Rasül-‘Ayn (Ceylenpınar) Akademisi, Urhoy / Urfa Akademisi, Nsibin / Nusaybin Akademisi, Qen-Néşrin / Kınnışrin Akademisi, Harran Akademisi, Bet-Lapat / Gundi-Şapur Akademisi, Saliq-Qtisfon / Bağdat Akademisi),
Yunan Felsefesinin Süryaniler Aracılığıyla İslam Dünyasına Aktarımı Ve Çeviri Hareketi (Süryanice’ye Çeviri Hareketi, Arapça’ya Çeviri Hareketi, İslam Felsefesinde Maşrıki ve Mağrıbi Ayırımı ve Bunun Süryani kökenleri, Bağdat Ekolünde Yetişen Nasturiler (Maşrıkiler), Tikrit Ekolünde Yetişen Yakubiler (Mağrıbiler), Çevirme Hareketinin Etkileri),
Bağımsız Sistem Filozofları (Bardaysan, Muse Bar Kifo, Yahya Bar ‘Adi, Bar Ebroyo gibi) başlıkları açıklanmalı ve analiz edilmelidir.
Son olarak önemli gördüğüm şu noktayı vurgulamak istiyorum: Tüm bu çalışmalara ulaşmak için Süryani düşünce, kültür ve dilinin yeniden canlanması gereği yadsınamaz. Nitekim bugün bazı Batı üniversitelerinde okutulan Süryanice dersinin eğitim dökümlerinde yer alan üç önemli amacı vardır. Birincisi, Arapça ve İbranice dillerinin kökeninin bilinmesini sağlamak. İkincisi, Süryani dilinin Yunan ve İslam felsefesi arasında geçişi sağlayan bir dil olduğunun bilinmesini ve üçüncüsü de bugün elimizde Süryanice çevirisi bulunan ama orjinali kaybolmuş bazı Yunan filozoflarının eserlerinin bilinmesini sağlamak. Bu amaçla İslam ve doğu felsefelerinin anlaşılması için bu dil eğitiminin gerekli koşulları sağlanmalıdır. Gerekli koşullar sağlandıktan ve yeterli araştırmalar yapıldıktan sonra düşünce tarihimizin daha iyi analiz edileceği kanaatindeyim.